Tasavvufun gâyesi...

10/09/2019 Salı Köşe yazarı R.A

Allahü teâlâyı çok anan, O’nu sever, Allahü teâlâyı sevince, kalbe îmân yerleşip siner, böylece emir ve yasaklara uymak kolaylaşır.

 

 

Dünkü makâlemizde, tasavvufun iki ana gâyesi vardır demiştik. Birincisi, Ehl-i sünnet itikâdının yakînî ve vicdânî olmasıdır.

Akıl ve delille kuvvetlendirilen îmân sağlam olmaz. İmânın yakînî ve vicdânî olması, Allahü teâlâyı anıp, hâtırlamak şeklinde “zikir” ile olur. Ra’d sûresinin 30. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kalplere îmânın sinmesi, yerleşmesi ancak ve yalnız zikirle olur” buyurulmuştur. Zikir, kendini gafletten kurtarmak demektir. Gaflet, Allahü teâlâyı unutmaktır. Zikir, sâdece, kelime-i tevhîdi söylemek ve tekrar tekrar “Allah” demek değildir. Her ne şekilde olursa olsun, kendini gafletten kurtarmak zikir olur.

Buna göre, dînin emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak hep zikirdir. Dînin emrettiği şekilde alışveriş yapmak zikirdir. Dîne uygun olarak yapılan her iş zikirdir. Çünkü bunları yaparken, bu emir ve yasakların sâhibi, yâni Allahü teâlâ, hep hatırlanmakta ve gaflete yer verilmemektedir. Ancak Allahü teâlânın ism-i şerîfleri ve sıfatlarıyla yapılan zikir, çabuk tesîrini gösterir ve O’nun sevgisini hâsıl eder. Bu sebeple tasavvuf büyükleri, Kelime-i tevhîdle zikrin pek kıymetli olduğunu bildirmişlerdir.

Hadîs-i şerîfte; “Bir şeyi çok seven, onu çok anar” buyurulmuştur. Dolayısıyla seven sevdiğini çok anar. Allahü teâlâyı çok anan, O’nu sever, Allahü teâlâyı sevince, kalbe îmân yerleşip siner, böylece emir ve yasaklara uymak kolaylaşır. Allahü teâlâyı ve Resûlünü tam sevmedikçe, emirlerine uymak çok güç olur.

Tasavvufun ikinci gâyesi de; emir ve yasakları yerine getirip ibâdetleri yapmakta kolaylık, lezzet almanın, işleri sırf Allah için yapmanın, ihlâsın, Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmenin hâsıl olması…

Tasavvuf, herkesin görmediğini görmek, bilmediğini bilmek, gâipten haber vermek, nûrları, rûhları ve kıymetli rüyâları görmek, havada uçmak, su üzerinde yürümek, herkesin yapamadığını yapmak için değildir. Çünkü bu hâller, günâhkârlarda veya Müslümân olmayanlarda da görülebilir. Bunlara “istidrâc” denir. Bu hâller, onların derece derece azâba ve helâkine sebep olur. Bunlar sâlih Müslümânda görülürse, bu hâl “kerâmet” olur. Velî olmak için kerâmet sâhibi olmak şart değildir. En büyük kerâmet ise, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınmaktır.

Eshâb-ı kirâmın hepsi, Resûlullah’tan (sallallahü aleyhi ve sellem) kavuştukları feyiz ve ma’rifetleri kendilerinden sonrakilere, Tâbiînin büyüklerine ulaştırıp, onların kalplerini temizlediler. Hazret-i Ebû Bekr ile Hazret-i Ali müstesnâ, diğer sahâbîlerden gelen feyiz ve ma’rifetler, birkaç asırdan sonraya ulaşmadı. Bin dört yüz seneden beri Hazret-i Ebû Bekr ve Hazret-i Ali’den alınan feyizler ve ma’rifetler, iki silsile hâlinde geldi.

Sevr Mağarasında, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)den gizli zikri öğrenen Hazret-i Ebû Bekr vâsıtasıyla gelen feyiz ve ma’rifetlere kavuşturan yola, “Nübüvvet Yolu” denilmiştir. Ali Efendimizden gelen yola da, “Vilâyet Yolu” denilmiştir.

[İnşâallah bu konuları, münâsib bir zamanda tekrâr ele alırız.]