Abdullah Bin Huzâfe

Abdullah Bin Huzâfe

Resûlullahın elçilerinden.

Peygamber efendimiz, Hudeybiye antlaşmasından sonra, İslâmın bütün dünyaya yayılması ve insanların Cehennemden kurtulup, ebedî saâdete kavuşmaları için hükümdarlara elçiler göndermek istiyordu. Zîrâ o, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. 

İstediğini emret! 
Bu sebeple bir gün, Eshâb-ı kirâma buyurdular ki: 
- Ba’zınızı, yabancı hükümdarlara göndermek istiyorum. Sakın, İsrâiloğullarının, Peygamberlerine karşı davrandıkları gibi, siz de bana karşı davranmayasınız! 

Eshâb-ı kirâm cevap verdiler: 
- Yâ Resûlallah! Biz, sana karşı, hiçbir zaman, hiçbir şey hakkında aykırı davranmayız. Sen, bize, istediğini emret, bizi istediğin yere gönder! 

Bunun üzerine İslâmiyete da’vet etmek üzere, Hükümdarlara birer mektupla altı sahâbî gönderildi. Bu altı elçiden biri de, Abdullah bin Huzâfe idi. Peygamberimiz onu, Kisrâ’ya ya’nî İran şâhına göndermişti. 

Peygamberimiz, mektubunu Kisrâ’ya sunmak üzere Bahreyn vâlisine vermesini de Abdullah bin Huzâfe’ye emretti. 

Peygamberimiz, Kisrâ’ya yazdığı mektubunda şöyle buyurdu: 
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahın Resûlü Muhammed’den, Farsların büyüğü Kisrâ’ya! 

Hidâyete uyan, doğru yolu tutanlara, Allaha ve Resûlüne îmân edenlere, Allahtan başka hiçbir ilâh ve ma’bûd olmadığına, O’nun eşi, ortağı bulunmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet getirenlere selâm olsun! 

Ben, seni, Allaha îmâna da’vet ediyorum! Çünki ben; Allahın, kalbleri diri ve akılları başında olanları uyarmak, kâfirler hakkında da, o azâb sözü gerçekleşmek için bütün insanlara göndermiş olduğu Peygamberiyimdir! 

Öyle ise, Müslüman ol, selâmeti bul! Da’vetimden yüz çevirir, kaçınırsan, bütün Mecûsîlerin günâhı senin boynuna olsun!” 

Bahreyn vâlisine verdi 
Peygamberimizin, İran Şâhı’na göndermiş olduğu mektubun aslı, 1962 yılı kasımının sonuna doğru Şam’da bulunmuştur. Parşömen üzerine yazılmış bulunan bu mübârek mektup, zamanla rengi değişmiş ve dokuması eskimiş yeşil bir kumaşa yapıştırılmış olup, boyu 28 cm, eni 21,5cm.dir. 

Abdullah bin Huzâfe hazretleri, Peygamberimizin mektubunu Kisrâ’ya sunmak üzere, Bahreyn vâlisi Münzir bin Sava’ya başvurdu. O da, onu Kisrâ’ya yolladı. 

Abdullah bin Huzâfe’nin bildirdiğine göre, kendisi, Kisrâ’nın kapısına kadar vardı. Yanına girmek için izin istedi. 

Kisrâ, önce köşk salonunun süslenmesini emretti. Sonra, Fars devlet adamlarının, daha sonra da, Peygamberimizin elçisinin içeri alınmasına müsâade etti. 

Abdullah bin Huzâfe hazretleri, Peygamberimizin mektubunu sunmak üzere İran Kisrâ’sının huzûruna girdi. Kisrâ, Peygamberimizin mektubunun elçiden alınmasını emretti. Abdullah bin Huzâfe dedi ki: 
- Onu, Resûlullah efendimizin buyruğu üzere, sana kendim vereceğim! 
Kisrâ bunun üzerine dedi ki: 
- Öyle ise, haydi yanıma yaklaş! 

Düş hayâtı yaşıyorsunuz 
Abdullah bin Huzâfe, Kisrâ’ya yaklaşarak mektubu sundu. Kisrâ, mektubu okutmak için Hîreli kâtibini çağırdı. Mektubu ona okuttu. Kâtip, mektubu: 

“Allahın Resûlü Muhammed’den, Farsların büyüğü Kisrâ’ya!”diyerek okumaya başlayınca, Kisrâ, mektuba, Peygamberimizin kendi ismiyle başlamış olmasına son derecede öfkelendi. Bağırdı, çağırdı. 

Bunun üzerine Abdullah bin Huzâfe, Kisrâ’nın huzûrunda şöyle konuştu: 
- Ey Fars cemaatı! Sizler, yeryüzünden ancak ellerinizde bulunan bir kısmına hâkim olarak, Peygambersiz ve Kitapsız olarak sayılı günlerinizi geçiriyor, bir düş hayatı yaşıyorsunuz! Hâlbuki, yeryüzünün, hâkim olamadığınız kısmı daha çoktur. 

Ey Kisrâ! Senden önce, nice dünyalık ve âhıretlik hükümdarlar gelmiş geçmiş ve hüküm sürmüşlerdir. Onlardan, âhıretlik olanlar,dünyadan da nasîblerini almışlar; dünyalık olanlar ise, âhıret nasîblerini yitirmişlerdir! Dünyaya çalışmakta birbirlerinden geri kalanlar, âhırette bir hizâya gelmişlerdir. 

Sana getirip sunduğumuz bu işi, sen küçümsüyorsun, ammâ, vallahi, nerede olursan ol, küçümsediğin şey gelince, ondan korkacak ve korunamayacaksın!

Bana mektup yazıyor ha!
 
Kisrâ ise öfke ile saltanatına gururlanarak dedi ki: 
- Şuna bak! Benim, kulum, kölem olan kişi, kalkıyor da, bana mektup yazıyor hâ! Mülk ve saltanat, bana mahsûstur! Benim, bu husûsta ne yenilgiye uğramaktan, ne de bana bir ortak çıkacağından korkum vardır! Firavun, İsrâiloğullarına hâkim olmuştu. Siz, onlardan daha iyi ve güçlü değilsiniz. Sizi, hemen hâkimiyetim altına alıvermeme ne engel var? Ben, Firavun’dan daha iyi ve güçlüyümdür! 

Kisrâ, daha mektubun içinde ne denildiğini öğrenmeden mektubu alıp yırttı. Ve Peygamberimizin elçisini dışarı çıkarmalarını adamlarına emretti. 

Abdullah bin Huzâfe hazretlerini dışarı çıkardılar. 

Abdullah bin Huzâfe, Kisrâ’nın huzûrundan çıkar çıkmaz, hayvanının üzerine atlayıp yol almaya koyuldu. Kendi kendine dedi ki: 
- Vallahi, benim için iki yoldan hangisi olursa, gam çekmem. Nasıl olsa Resûlullahın mektubunu vermiş, vazîfemi yapmış bulunuyorum. 

Kisrâ, öfkesi geçtikten sonra, elçinin içeri alınmasını emretti. Onu, Hîre’ye kadar arattırdı ise de bulduramadı. 

Mektubumu parçaladı 
Abdullah bin Huzâfe hazretleri, Medîne’ye gelip durumu, Peygamberimize haber verdi. Kisrâ’nın kızarak mektubu yırttığını söyleyince, Peygamberimiz buyurdu ki: 
- Parça parça olsunlar! O, benim mektubumu parçaladı. Allah da, onun mülkünü, saltanatını parçalasın! 

O, kendi eliyle mülkünü parçalamış oldu! Ey Allahım! Onun mülkünü, saltanatını parçala! 

Allahü teâlâ Resûlünün duâsını kabûl etmiş, Kisrâ, oğlu tarafından bir gece hançerlenerek parça parça edilmişti. Hazret-i Ömer zamanında da bütün İran toprakları zaptedilerek Müslümanların eline geçti. 

Abdullah bin Huzâfe hazretleri, Hazret-i Ömer devrinde Bizanslılarla yapılan bir savaşta birçok Müslümanla birlikte esîr düşmüştü. Bizanslılar, ellerine geçirdikleri esîrlere önce Hristiyanlık telkîni yapar, kabûl ettiği takdirde serbest bırakırlar, aksi hâlde çeşitli işkencelerle öldürürlerdi. 

Abdullah bin Huzâfe’nin, Sahâbenin ileri gelenlerinden biri olduğunu öğrenen Kral, ona ayrı bir ehemmiyet veriyor, Hristiyanlığı kabûl etmesi için devamlı telkînler yaptırıyordu. Fakat Abdullah bin Huzâfe bu tekliflerin hiç birine kulak asmıyor, kelime-i şehâdeti söylemeye devam ediyordu. Kral henüz ümidini kesmemişti. 

Hazret-i Peygamberin yakın arkadaşlarından birinin Hristiyanlığı kabûl etmesi, günden güne yayılarak, Bizans’ı tehdit eden Müslümanlar arasında bir panik meydana getirecek ve Hristiyanlık âlemi için büyük bir muvaffakiyet olacaktı. 

Mülküme ortak ederim 
Onun için Kral, Hazret-i Abdullah’ın Hristiyan olması hâlinde kavuşacağı dünyalıkları durmadan arttırıyor, yeni yeni tekliflerde bulunuyordu. En sonunda şöyle bir teklifte bulundu: 
- Hristiyan olmayı kabûl ettiğin takdirde, kızımı verir, seni saltanatıma ve mülküme ortak ederim. 

İlk Müslümanlardan olup, Mekkeli müşriklerin daha önceki işkencelerine katlanmış olan Hazret-i Abdullah, izzetle haykırarak şu cevabı verdi: 
- Değil bütün Bizans topraklarını, Arap ve Acem topraklarını da versen, bir an olsun dînimden dönmem! 

Bunun üzerine Kral, Hazret-i Abdullah’a dedi ki: 
- Öyle ise öldürüleceksiniz. 
- Buna gücünüz yetebilir. Ama îmânımı kalbimden çıkarıp atamazsınız! 

Abdullah bin Huzâfe’den beklediği netîceyi alamayan Bizanslılar, Hazret-i Abdullah’ı çarmıha gerdiler ve okçular devamlı olarak, ellerine ve ayaklarına yakın yerlere ok yağdırdılar. Bu arada yine Hristiyanlık telkînlerine devam ediliyordu. 

Aynı zamanda, bir kazan su kaynatılmış ve Hristiyan olmayı reddetmiş olan diğer Müslümanlardan biri getirilmiş, kazana atılmak üzere bekletiliyordu. 

Ağlamaya başladı 
Derken o Müslüman kaynar suya atıldı. Etrafta bulunanlar ve Hazret-i Abdullah bu fecî durumu gördüler. Sonra kazanın yanına Hazret-i Abdullah getirildi. 

Bu esnada Hazret-i Abdullah ağlamaya başladı. Kral Hazret-i Abdullah’ın korkusundan ağladığını zannederek, tekrar Hristiyan olmasını teklif etti. Hazret-i Abdullah yine tekliflerini reddetti. Bunun üzerine kral sordu: 
- O hâlde niçin ağlıyorsun? 
- Ben korkumdan ağlamış değilim. Biz Müslümanlar Allah yolunda ölümden korkmayız. Benim ağlamamın sebebi şudur ki; başımdaki saçlarım adedince canlarım bulunsa da, onlardan her biri böyle Allah yolunda ölüme gitse, diye düşündüm ve böyle bir düşünce beni ağlamaya sevketti. 

İslâm izzetinin müşahhas bir timsâli olan Hazret-i Abdullah’ın bu sözleri karşısında Kral yeni bir teklifte bulundu: 
- Başımdan öpersen, seni serbest bırakacağım. 

Bizans saltanatına ortaklık teklifi karşısında bile îmânından fedâkârlık göstermeyen Hazret-i Abdullah, bir Hristiyanın başından nasıl öperdi? Şöyle mukabil bir teklifte bulundu: 
- Burada bulunan bütün Müslüman esîrleri serbest bıraktığın takdirde, dediğini yaparım. 

Hazret-i Abdullah, kralın başını öpmeye giderken şöyle düşünüyordu: 
“Bu adamın, Allahın düşmanlarından biri olduğuna inanıyorum. Bunun başını ise, ancak Müslüman kardeşlerimi serbest bırakacağı için öpüyorum.” 

Hazret-i Abdullah, kralın başını öptü ve o da sözünde durarak 80 Müslüman esîri serbest bıraktı. 

Abdullah bin Huzâfe’nin îmânından gelen izzet ve fedâkârlığı, 80 Müslümanın kurtarılmasına ve daha nicelerinin îmânını kurtarmasına vesîle olmuştu. 

Her Müslümanın vazîfesidir 
Esîrlerle birlikte Medîne’ye dönen Hazret-i Abdullah, Hazret-i Ömer tarafından karşılandı. Hazret-i Ömer, Abdullah’ı tebrik etti ve orada bulunan Müslümanlara hitâben; 
- Abdullah, kralın başından öperek 80 Müslüman kardeşimizin kurtuluşuna vesîle olmuştur. Onun için, Abdullah’ın başından öpmek her Müslümana bir vazîfedir. İşte ilk önce ben öpüyorum,dedi ve başından öptü. 

Abdullah bin Huzâfe, ilk Müslümanlardan idi. Soyu Hazret-i Lüey’de Peygamber efendimizle birleşmektedir. Annesi Hârisoğullarındandır. Müslüman olduktan sonra Mekkeli müşriklerin işkencelerine ma’rûz kaldı. İki defa Habeşistan’a hicret etti. 

Bedir savaşından sonra Medîne’ye geldi. Resûlullahla birlikte bütün savaşlara katılan Abdullah bin Huzâfe hazretleri, bir ara Peygamberimiz tarafından 50 kişilik bir seriyyenin kumandanlığına da getirilmişti. Abdullah bin Huzâfe, Hazret-i Osman devrinde Mısır’da vefât etti. 

Allah ondan râzı olsun.