PEYGAMBERİMİZİN İNSANLARIN HATALARINI DÜZELTME ÜSLUBU 1 bölüm

PEYGAMBERİMİZİN İNSANLARIN HATALARINI DÜZELTME ÜSLUBU / 1 bölüm

PEYGAMBERİMİZİN İNSANLARIN HATALARINI DÜZELTME ÜSLUBU /1 bölüm


Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) insanların hatalarını düzeltmesi ve bu tür muameleleri tamamen ilâhî vahyin kontrolünde olduğu için, terbiye ve eğitimle meşgul olanların O’nun yolunu takip etmeleri zarûrîdir. İşte Peygamberimizin insanların hatalarını düzeltme üslubu…

Allah Rasûlü (s.a.v) Rabbinden bir nûr üzere yürüyerek hataları tashih etmiş ve bu mevzuda asla ihmâl göstermemişlerdir. Rasûlullâh (s.a.v)’in bu vasfından âlimlerimiz şöyle bir kâide çıkarmışlardır:

“İhtiyaç hâsıl olduğunda Hz. Peygamber (s.a.v)’in lüzumlu beyan ve îkâzı geciktirmesi caiz değildir.”

Peygamber Efendimiz’in insanların hatalarını düzeltmesi ve bu tür muameleleri tamamen ilâhî vahyin kontrolünde olduğu için, terbiye ve eğitimle meşgul olanların O’nun yolunu takip etmeleri zarûrîdir. O, bizim için Üsve-i Hasene’dir, en iyi örnek ve rehberdir. Gidilecek en doğru yol, O’nun yoludur.

Rasûlullah (s.a.v)’ın bu metot ve usullerini kullanabilmek için o terbiye ve eğitimi almak, kendimizi ona göre yetiştirmek îcâb etmektedir.

Burada Allâh Rasûlü’nün (s.a.v) değişik mertebelerdeki insanların hatalı davranışlarına karşı nasıl muamele ettiğini ve o hataları nasıl düzeltip tashih ettiğini gösteren bir kısım örneklere yer vereceğiz.

İnsanların hatalarını düzeltmeye başlamadan önce dikkat edilecek bazı mühim hususlar vardır. Onlardan bir kısmı şöyledir:

HATÂLARI TASHİHTE BAZI MÜHİM HUSUSLAR

1- Allah için ihlaslı olmak ve O’nun rızasına ermek için samimi bir niyetle hareket etmek.

Her hususta olduğu gibi hataları düzeltirken de sırf Allâh rızâsı için hareket edilmeli, herhangi bir geçici menfaat, şan, şöhret peşinde olmamalıdır. Görülen bir hatayı düzeltirken ihlâs ve samimiyetle hareket edilirse Cenâb-ı Hak ifâdelere hem tesir hem de ecir lutfeder.

2- Her insan tabiatı îcâbı hatâ yapabilir.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Her insan birçok hatâ yapabilir. Fakat hatâ yapanların en hayırlısı çokça tevbe edenlerdir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 49/2499; İbn-i Mâce, Zühd, 30)

Hata işleyenlere kabalık ve şiddetle değil, merhametle yaklaşmak gerekir. Zira maksat ıslahtır, cezalandırma değildir.

Fakat yukarıdaki hadîs-i şerîfi yanlış anlayarak hatâ sahiplerini ve günahkârları mâzur görmek, kendi hallerine bırakmak ve beşer olmaları, zamanın bozuk olması gibi muhtelif bahanelerle onları temize çıkarmaya çalışmak da doğru değildir. İslâmî ölçülere göre hesaba çekmek ve yapılan o işin doğru olmadığını söylemek îcâb eder.

3- Bir hareketin hatalı olduğunu söylerken şer’i bir delile dayanmalı; cehaletle veya şahsi bir tehevvürle hareket etmemelidir.

İnsan bilmediği hususlarda kendi görüşüne göre hareket etmemelidir. Mes’eleyi tam olarak biliyorsa güzel bir üslûpla hatâları düzeltmeli, aksi takdirde susmayı, işin aslını öğrenmeyi tercih etmelidir.

4- Hatanın büyüklüğüne göre düzeltilmesine daha çok ehemmiyet verilmeli.

Büyük ve mühim hatâları düzeltmeye daha çok ehemmiyet vermelidir. Allâh Rasûlü (s.a.v) de, her bir davranış karşısında aynı tepkide bulunmamıştır. Davranışın durumuna ve ait olduğu mevzuya göre muamele etmiştir. Bazı hususlar vardır ki, Allâh Rasûlü (s.a.v) burada affedici ve müsamahakar davranmamış; bilakis hemen müdahale etmiştir. Bunlar daha ziyade itikat, ibadet ve haramlarla ilgili mevzulardır.

Allah Rasûlü (s.a.v) en büyük titizliği tevhid mevzuunda gösterirdi. Müslüman olan kabilelerden, ilk olarak bölgelerinde bulunan putların kırılmasını isterdi. Sakîf kabilesinin Müslüman olması sırasında yaşanan şu hâdise ve Efendimiz’in burada sergilediği tavır ne kadar mühimdir:

Sakîf temsilcileri, Allâh Rasûlü (s.a.v) ile anlaşma yaptıktan sonra, beldelerinde bulunan Rabbe (Lât) putunun üç sene müddetle yıkılmayıp bırakılmasını talep ettiler. Rasûlullâh (s.a.v) onların bu isteğini kabul etmedi. Sakif temsilcileri:

“−İki sene tehir et” dediler. Rasûlullâh (s.a.v) yine kabul etmedi.

“−Bir sene tehir et” dediler. Efendimiz yine kabul etmedi.

“−Tâif’e vardıktan bir ay sonraya tehir et” dediler. Peygamberimiz putu yıkmak için bir vakit tayinine yanaşmadı.

Temsilcilerin böyle yıkım işinin geri bırakılmasını ısrarla istemeleri, Sakîf halkının bazı mutaassıp kimselerinden korktukları içindi. Onlar, kavimlerini, Müslüman oluncaya kadar Rabbe (Lât) putunun yıkımıyla heyecana ve korkuya düşürmeyi uygun görmüyorlardı. Çaresiz kalınca, putlarını hiç olmazsa kendi elleri ile yıkmaktan affedilmelerini istediler. Allâh Rasulü (s.a.v):

“−Olur, ben onu kırmayı ashâbıma emrederim. Putunuzu kendi elinizle yıkmaktan sizi affediyoruz.” buyurdu. (İbn-i Hişam, IV, 197; Vâkıdî, III, 967-968)

Bu hâdisede Peygamber Efendimiz (s.a.v), henüz yeni Müslüman olmuş bir kabileyle karşı karşıyadır. Onların, sadece bu sebeple İslâm’dan dönmeleri bile mevzubahistir. Fakat Müslüman olmanın ilk şartı tevhîdi kabullenmek ve şirki reddetmektir. Bu sebeple Allâh Rasûlü (s.a.v), Sakîf kabilesinin aşırı ısrarına rağmen asla tâviz vermemiştir.

Diğer bir misâl de şöyledir: Allâh Rasûlü (s.a.v), Hudeybiye’de iken gece yağan yağmurun akabinde sabah namazını kıldırdı. Namazı bitirince cemâate dönüp:

“–Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâbın, “Allâh ve Rasûlü daha iyi bilir” mukâbelesi üzerine sözlerine şöyle devâm etti:

“–Cenâb-ı Hak buyurdu ki: Kullarımdan bir kısmı mü’min, diğer bir kısmı ise kâfir olarak sabahladı. «Allâh’ın rahmet ve berekâtıyla bize yağmur yağdı.» diyen, Bana inanmış; yıldızı inkâr etmiş olur. «Falan ve falan yıldızın batıp doğmasıyla üzerimize yağmur yağdı.» diyen de Ben’i inkâr etmiş, yıldıza inanmış olur.” (Buhârî, Ezân, 156)

Mevzuyla alâkalı diğer bir hâdise de şöyledir:

Peygamberimiz’in oğlu İbrâhîm’in vefât ettiği gün güneş tutulmuştu. İnsanlar güneşin İbrâhîm’in ölümü sebebiyle tutulduğunu söylediler. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz:

“–Ay ve güneş, Allâh’ın âyetlerinden sâdece iki âyettir. Bunlar, birinin ölümü veya doğumu için tutulmazlar. Onu tutulmuş gördüğünüz zaman, açılıncaya kadar Allâh’a duâ edin ve namaz kılın.” buyurmuştur. (Buhârî, Kusûf, 15)

Allah Rasûlü (s.a.v)’e bir topluluk geldi. Efendimiz (s.a.v) aralarından bulunan bir adamı “Abdülhacer” yani “Taşın kulu” diye çağırdıklarını duydu. O adama ismini sordu. “Abdülhacer” deyince:

“–Hayır, sen «Abdullah»sın buyurarak ismini değiştirdi.” (Buhari, Edebü’l-Müfred, 813)

5- Hatayı düzeltecek kişinin mevkîi çok mühimdir.

Cenâb-ı Hak, bazı kullarına farklı bir mevkî, güç, kuvvet ve tesir vermiştir. Bu tür insanların hataları tashihte daha büyük nüfûzu ve tesiri vardır; onların sözleri daha çok dinlenir. Babanın oğluna, muallimin talebeye, âmirin memura tesiri gibi… Böyle bir makama sâhip olan kimseler neyi ne zaman yapacağını, hangi sözü nerede söyleyeceğini daha iyi bilirler. Her şeyi yerli yerince yaparlar.

Dolayısıyla onların emr bi’l-mâruf nehiy ani’l-münker ve insanların dînî tâlim ve terbiyesi husûsundaki mes’ûliyetleri daha ağırdır. Allâh’ın kendilerine lutfettiği üstün kâbiliyetleri bu yolda kullanmalıdırlar. Çünkü insanlar onları diğerlerinden daha çok dinlemekte ve sözlerini kabul etmekte; onların tesiri diğerlerine göre daha fazla olmaktadır.

Böylesi bir mevkî ve nüfûza sâhip insanların yanlış bir harekette bulunmaları, kendilerini olduklarından daha yüksek bir makamda görmeleri ve şahsî arzularına göre hareket etmeleri, insanların nefretine ve yüz çevirmelerine sebep olur. Kendilerini de büyük bir vebâle sürükler.

Âlemlere Rahmet Efendimiz, Allâh’ın kendisine lutfettiği makâm, mehâbet ve nüfûzu, ümmetinin tâlim ve terbiyesi istikâmetinde kullanırdı. O’nun söylediği bir söz veya yaptığı bir fiil başkasından sâdır olsaydı, belki münâsib olmazdı. Lâkin O, sâhip olduğu mevkî ile hataları düzeltmiş ve ümmetini terbiye etmiştir.

Bununla alakalı Allah Rasûlü’nün hayatında şu nümûneleri görürüz:

a) Yaîş b. Tıhfe, babasından naklen şu hâdiseyi nakleder: Bir defasında bir kısım fakir insanlarla birlikte Rasûlullah’a misafir oldum. Allah Rasûlü (s.a.v) geceleyin çıkıp (bir ihtiyaçları var mı diye) misafirlerin durumlarını kontrol ederken beni karnımın üzerine yatmış bir vaziyette gördüler. Mübârek ayaklarıyla bana dokunarak:

“–Bu şekilde yatma; çünkü bu, Allah Teala’nın buğzettiği, sevmediği bir yatış şeklidir” buyurdular.

Bir başka rivayete göre, mübârek ayaklarıyla dürtüp onu uyandırdılar ve:

“–Bu, cehennem ehlinin yatış şeklidir” buyurdular. (Bkz. Ahmed, V, 426; Ebu Davud, Edeb, 94/5040; Tirmizî, Edeb, 21/2768)

Bu tür bir davranış, Allah Rasûlü’nün o kişi karşısındaki makam ve mevkiine münâsiptir. Fakat başkalarının onu dürterek kaldırması ve îkâz etmesi uygun düşmezdi. Belki daha münâsip yollarla îkâz etmeleri, daha yumuşak konuşmaları gerekirdi.

Huzeyfe (r.a) Medâyin şehrinde bulunduğu sırada su istedi. Oranın reislerden biri kendisine gümüş bir bardakla su getirdi. Huzeyfe (r.a), bardağı sert bir tavırla getirene iâde etti ve:

“–Ben şimdi böyle davranmazdım, ancak daha önce onu bu bardakla su getirmekten nehyettim fakat dinlemedi” diyerek Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu nakletti:

“–Altın ve gümüş kaplardan su içmeyiniz. Dîbâc ve harîr adıyla anılan ipekli kumaşlardan yapılmış elbiseler giymeyiniz. Altın çanak ve tabaklara konan yemekleri yemeyiniz. Bunlar dünyada kâfirlerin, âhirette ise sizin olacaktır.” (Müslim, Libâs, 4)

Bu davranışı kadri yüce bir sahâbî değil de normal bir insan yapsaydı uygun olmazdı.

6- Bilerek hata yapanla bilmeden hata yapanı ayırmak.

Câhile öğretmek, şüphe içinde olana açıklamak, gâfile hatırlatmak, ısrar edene de nasihatte bulunup öğüt vermek îcâb eder. İnsanlara muâmelede bulunurken bilenle bilmeyeni aynı seviyede tutmak doğru değildir. Câhile baştan sert muâmele etmek, çoğu zaman onu nefrete ve baş kaldırmaya sevkeder. Çünkü o hata yaptığını düşünmemektedir. Evvelâ ona hikmetle ve yumuşaklıkla anlatılsa, belki hakikati görecek ve hatasından vaz geçecektir. Bu sebeple câhil, hâl lisânı ile:

“–Bana hücûm etmeden evvel doğruyu güzellikle öğretsen daha iyi olmaz mıydı?” der.

Muâviye ibni Hakem es-Sülemî (r.a) şöyle anlatır:

Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in arkasında namaz kılarken cemaatten biri aksırdı. Ben de hemen “yerhamukellah” dedim. Cemaat bana dik dik bakmaya başladı. Bunun üzerine:

“–Vay başıma gelenler! Yâhu bana niye öyle bakıyorsunuz?” deyince de, ellerini uyluklarına vurmaya başladılar. Onların beni susturmaya çalıştıklarını görünce kızdım; ama yine de sustum.

Anam-babam Rasûl-i Ekrem’e fedâ olsun. Ne ondan önce ne de ondan sonra kendisinden daha güzel bir muallim görmedim. Vallâhi beni ne azarladı ne dövdü ne de sövdü. Namazı kıldırıp bitirince bana şunları söyledi:

“–Bu ibâdetin adı namazdır. Namaz kılarken dünyâ kelâmı konuşulmaz. Çünkü namaz tesbih, tekbir ve Kur’ân okumaktan ibârettir.” Yahut buna benzer bir şey söyledi. Ben de:

“–Yâ Rasûlallâh! Ben yeni Müslüman oldum. Allâh Teâlâ İslâmiyet’i gönderdiği hâlde hâlâ kâhinlere gidenlerimiz var!” dedim. Bana:

“–Sen kâhinlere gitme!” buyurdu. Ben tekrâr:

“–Aramızda uğursuzluğa inanan adamlar var” deyince de:

“–Bu onların gönüllerinde hissettikleri bir duygudur. Bu duygu onları işlerinden alıkoymasın.” buyurdu. (Müslim, Mesâcid, 33)

7- İctihad netîcesinde meydana gelen hata ile kasıt, gaflet ve kusurdan kaynaklanan hatayı ayırmak gerekir.

İctihadda bulunduktan sonra yanlış yapan kimse kınanmaz. Bilâkis ona bir ecir verilir. Çünkü ihlas ve samimiyetle gayret etmiş, çalışmış, ancak hata etmiştir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Hakim içtihat ederek hüküm verir ve doğruya isabet ederse iki ecir alır. Şayet hata yaparsa bir ecir alır.” (Tirmizî, Ahkâm, 2/1326)

Kasıtlı olarak ve ihmal eseri hata yapan kimsenin böyle olmayacağı açıktır. Birinciye öğretilir ve nasihat edilir, ikinciye de öğür verilir ve yaptığı işin doğru olmadığı söylenir.

8- Hata yapan kimsenin iyi niyetli olması, onun hatasını düzeltmeye mâni değildir.

Bazen hata yapan kimselerin iyi niyetli olmaları ve hayırlı bir iş yapmayı murâd etmeleri, onları kurtarmaya yetmeyebilir. Dolayısıyla onları “iyi niyetlidir” diye kendi hâline bırakmamalı, hatalarını düzeltmelidir.

9- Hatayı düzeltirken âdil olmak ve yakınlara karşı musâmahalı davranmamak.

Allâh Teâlâ: “İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmedin” (en-Nisâ, 58) buyurur.

Hz. Âişe (r.anhâ) vâlidemiz şöyle anlatır:

Peygamber Efendimiz döneminde Mekke’nin fethi sırasında hırsızlık yapan bir kadının durumu Kureyş’i oldukça endişelendirmişti.

“–Bu kadın hakkında Rasûlullâh (s.a.v) ile kim konuşur?” dediler.

“–Buna Rasûlullâh (s.a.v)’in çok sevdiği Üsâme b. Zeyd’den başkası cesâret edemez” dediler. Kadın Rasûlullâh (s.a.v)’in huzûruna getirildi, Üsâme onun hakkında Allâh Rasûlü (s.a.v) ile konuştu. Efendimiz’in yüzü renkten renge girdi ve:

“–Allâh’ın hadlerinden birini düşürmem için mi şefaat ediyorsun?” buyurdu. Üsâme:

“–Ya Rasûlallâh, benim için istiğfar ediver!” dedi. Akşam olunca Peygamber Efendimiz ayağa kalktı, Allâh Teâlâ’ya lâyıkı vechile hamd ü senâda bulunduktan sonra şu hitâbede bulundu:

“–Sizden öncekiler, ileri gelenlerden biri hırsızlık yaptığı zaman onu cezâlandırmadıkları, zayıf biri hırsızlık yaptığı zaman ise ona hemen had tatbik ettikleri için helak oldular. Bana gelince, nefsim elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, şayet Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı muhakkak elini keserdim.”

Sonra emretti ve hırsızlık yapan kadının eli kesildi. (Müslim, Hudûd, 9)

Allâh Rasûlü (s.a.v)’in yanında İslâmî kâideler, şahısların muhabbetinden önce geliyordu. İnsan, şahsına karşı yapılan hatâlara müsâmaha gösterebilir, lâkin dinî hususlarda hatâ yapanlara göz yummaya ve müsâmahakâr davranmaya hakkı yoktur.

Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz, Üsâme’yi çok sevmesine rağmen hüküm verirken ve bir hatayı düzeltirken kesinlikle adâletten ayrılmamış ve muhabbet ettiği kimseyse meylederek kararında bir değişiklik yapmamıştır.

Bazı insanlar yakınlarının yaptığı hataları hoş görürler, başkalarının yaptıklarına ise karşı çıkarlar.

Bu durum insanların hareketlerini değerlendirirken de kendini gösterir. Sevilen bir kimse bir hareket yaptığında bu bir sebebe hamledilir ve mâzur görülür; başka bir şahıs aynı şeyi yapsa bu sefer aynı hareket farklı bir şekilde anlaşılır.

10- Daha büyük bir hatâya sebep olacaksa hatâyı düzeltmekten sakınmak îcâb eder.

Daha büyüklerini savmak için küçük zararlara katlanılır. Bir kimsenin hatâsını düzeltmeye kalkmak daha büyük bir hatâ ve zarara yol açacaksa susmak daha iyidir.

Peygamber Efendimiz, kimler olduğunu bildiği ve küfürleri sabit olduğu hâlde münafıklar hakkında sükût etmiş, onları öldürmemiş; eza ve cefalarına sabretmiştir. İnsanların, “Muhammed arkadaşlarını öldürüyor” demelerine mâni olmuştur. Yine Peygamber Efendimiz, Kureyş’in câhiliye dönemine yakın olması sebebiyle Kâ’be’yi yıkıp İbrahim (a.s)’ın yaptığı temeller üzerine inşâ etmekten çekinmiştir.

Aynı şekilde Cenâb-ı Hak, müşriklerin ilâhlarına hakaret etmeyi yasaklamıştır. Çünkü böyle yapmak onların da Allâh Teâlâ’ya hakaret etmelerine sebep olur. Bu ise daha büyük bir kötülüktür.

Müslüman, bir kötülük görüp de onu düzeltmeye teşebbüs etmesinin daha büyük bir kötülüğe sebep olacağını anlarsa, îkâzını tehir eder veya kullandığı yolu, metodu ve vesîleyi değiştirir. Niyet sahîh olduktan sonra bu bir kusur ve korkaklık sayılmaz.

Bir ilim ve hikmete dayanmayan hamâsî çıkışlar umûmiyetle daha büyük zararlara yol açmaktadır.

11- Hatanın kaynaklandığı tabiatı iyi tanımak.

Bazı hatâlar vardır ki, yaratılışla alâkalı bazı durumlar sebebiyle onları tamamen ortadan kaldırmak mümkün değildir; ancak azaltmak ve hafifletmek imkân dâhilindedir. Bu tür hatâları tamamen yok etmeye çalışmak daha büyük belâlara yol açar. Meselâ Peygamber Efendimiz (s.a.v) kadınlarla alakalı olarak:

“Kadınlara iyi davranmanızı tavsiye ediyorum; vasiyyetimi tutunuz. Zira kadın kısmı kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri yeri üst tarafıdır. Eğri kemiği doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Kendi hâline bırakırsan, yine eğri kalır. Öyleyse kadınlar hakkındaki tavsiyemi tutunuz.” (Buhârî, Enbiyâ 1, Nikâh 80; Müslim, Radâ’ 60)

Onları rıfk ve mülâyemetle doğrultmaya çalışmalıdır. Tamamen bırakılırsa o zaman da eğrilikleri artar.

12- Dînî yönden yapılan hata ile şahsımıza yapılan hatayı birbirinden ayırmak îcâb eder.

Din bizim için her şeyden önemli olduğu için bu hususta yapılan hatâlara, şahsımıza yapılanlardan daha çok kızmamız ve düzeltmeye çalışmamız lazımdır.

Rasûlullâh (s.a.v), şahsına yapılan hatalar ve saygısızlıklara müsamaha gösterirdi. Bilhassa bedevîlerin kabalıklarına karşı, onların kalplerini İslâm’a ısındırmak maksadıyla mülayim davranırdı.

Enes -radıyallâhu anh- şöyle der:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış, kenarları sert ve kalın bir hırka vardı. Bir bedevî, Rasûl-i Ekrem’e yetişerek hırkasını sertçe çekti. Bedevînin bu hareketinden dolayı hırkanın kenarı Efendimiz’in boynunda iz bırakmıştı. Daha sonra bedevî:

“–Ey Muhammed! Elinde bulunan Allâh’a âit mallardan bana da verilmesini emret.” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, bedevîye dönüp tebessüm buyurdu. Sonra da ona bir şeyler verilmesini emretti. (Buhârî, Humüs 19, Libâs 18, Edeb 68; Müslim, Zekât 128)

Fakat dinle alakalı bir hatâ olduğunda, Peygamber Efendimiz, Allâh için gadap ederdi.

HATALARI DÜZELTMEK İÇİN DİKKAT EDİLECEK HUSUSLAR

Dikkat edilecek diğer bazı hususlar da şunlardır:

* Büyük ve küçük hatâları birbirinden ayırmak lâzımdır.

* Önceden iyilik ve hayrı çok olan kişi ile hiç hayrı ve iyiliği olmayan kişinin hatalarını tefrik etmelidir.

* Defâlarca hatâ yapan ile ilk defâ hatâ yapan kimseyi ayırmak îcâb eder.

* Sürekli hatâ yapanla zaman zaman hatâ yapanı ayırmalıdır.

* Hatâsını açıkça îlân edenle gizleyeni ayırmalıdır.

* Dini zayıf olup kalbi ısındırılması gereken kişiye karşı sert ve kaba davranmamalı, ona karşı dikkatli hareket etmelidir.

* Hatâlının sâhib olduğu mevkî ve makâm ile güç ve kuvvetini dikkate almalıdır.

* Hatâ yapan küçük çocuklara, yaşlarına göre muamele etmek gerekir.

Hz. Ali’nin oğlu Hasan (r.a), sadaka edilen hurmalardan birini alıp ağzına atmıştı. Bunu gören Rasûlullah (s.a.v):

“–Tü, tü! At onu!. Bizim sadaka edilen şeyleri yemediğimizi bilmiyor musun?” buyurdu. (Buhârî, Zekât 60, Cihâd 188; Müslim, Zekât 161)

Bir rivayete göre şöyle buyurdu:

“Bize sadaka helâl değildir, bilmiyor musun?” (Müslim, Zekât 161)

Efendimiz’in üvey kızı Zeynep bint-i Ebî Seleme diyor ki:

(Küçük bir çocuk iken) Peygamber Efendimiz’in odasına girdim, gusül abdesti alıyordu. Bir avuç su alıp yüzüme serpti ve bana:

“–Arkana dön, yaramaz!” buyurdu. (Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, XXIV, 281)

Bu örnekler Peygamber Efendimiz’in çocukların hatalarına bile kayıtsız kalmadığını ve onları terbiye edip düzelttiğini göstermektedir. Çünkü çocukların hatâlarını düzeltmek, onların terbiyelerini güzelleştirmek mânâsına gelir. Çocuklara söylenen sözler hatırlarında kalır ve onlar için bir istikbal azığı olur.

Misallerin birincisinde, verâ sâhibi bir çocuğun tâlimi, ikincisinde de çocuğa izin isteme ve insanların mahrem vakitleri hususunda edeb tâlimi mevcuttur.

Bu mevzûdaki parlak bir misâl de şudur:

Allah Rasûlü (s.a.v)’in maiyetinde yetişen üvey oğlu Ömer bin Ebî Seleme şöyle der:

“Ben Rasûlullâh (s.a.v)’in himâye ve gözetiminde yetişen bir çocuktum. Yemek yerken elim tabağın her tarafında dolaşırdı. Allâh Rasûlü (s.a.v) tatlı bir dille bana:

“–Yavrum, besmele çek, sağ elinle ve hep önünden ye!” buyurdu. Bundan sonra yemeklerimi hep Allâh Rasûlü’nün ifâde buyurduğu şekilde yedim. (Buhârî, Et’ime, 2)

Bu hadîs-i şerîfin bazı rivayetlerinde Efendimiz’in:

“Sofraya yaklaş, yavrucuğum!” diye söze başlaması, eğitimdeki şefkât ve merhamet üslûbunun ne güzel bir tezâhürüdür. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 519)

Bu hâdisede Allâh Rasûlü (s.a.v)’in tavsiyelerinin gâyet kısa, muhtasar ve açık olduğunu görüyoruz. Böyle cümlelerin ezberlenip anlaşılması kolay olur. Nitekim Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in bu sözleri, evlatlığı Ömer’e tesir etmiş ve hayâtı boyunca hiç aklından çıkmamıştır. Çünkü o: “Bundan sonra yemek yiyiş tarzım hep böyle oldu” demektedir.

* Nâmahrem kadınları îkâz etme husûsunda çok dikkatli olmalıdır. Yanlış anlaşılmaya meydan verilmemeli ve fitnelerden emin olmadıkça buna teşebbüs etmemelidir. Gençlerin; hatâları düzeltme, îkâz etme ve öğretme bahaneleriyle genç kızlarla konuşmalarına müsâade edilmemelidir. Çünkü bu yolla nice belâ ve musîbetlere mâruz kalınmıştır.

Bu hususta yaşlı başlı olgun kişilere çok iş düşmektedir. Kadınları îkâz edecek kişi bakmalı; şâyet sözünün faydalı olacağına kanaat getirirse konuşmalı, yoksa sefihlerle konuşmaktan vazgeçip susmalıdır. Aksi takdirde belki de ona çirkin iftirâlarda bulunabilirler. Çünkü böyleleri bâtılda ısrar eden kimselerdir.

* Hatânın esâsını ve sebebini tedâvi etmeyi bırakarak eserleriyle meşgul olmamalıdır.

* Hatâyı anlatırken onu bütün yönleriyle ve mübâlağalı bir şekilde tasvir etmemeli, tafsîlatına girilmemelidir. Böyle davranmak diğer insanların merâkını uyandırarak teşvik edici ve yanlışları öğretici olabilir.

* Hatâyı ispat ederken tekellüf, zorlama ve zulme kaçmamalı; hatâlıya yanlışını itiraf ettirme husûsunda ısrarcı davranmamalıdır.

* Hatâyı düzeltirken yeterli vakti ayırmalıdır. Bilhassa uzun zamandır o hatâyı yapan ve îtiyad hâline getirmiş olan kimseleri düzeltirken acele etmeyip sabırla, mes’eleyi tâkip ederek ve uygun bir şekilde devamlı îkâz etmelidir.

* Hatâlı kimseye, hasım olduğu hissini vermemelidir. Şunu bilmelidir ki şahısları kazanmak yer ve makâm elde etmekten daha mühimdir.

İNSANLARIN HATÂLARINA KARŞI MUÂMELEDE NEBEVÎ ÜSLÛB

1- Hatâyı hemen düzeltmesi ve ihmal etmemesi.

Peygamberimiz (s.a.v), bir hatâ gördüğünde hemen onu düzeltirdi. Çünkü, tebliğ vazifesi olduğu için, O’nun ihtiyaç vaktinde gerekli açıklamayı yapması zaruridir. Namazını hızlı ve eksik kılan ashâbını îkâz etmiştir. Dünyadan el etek çekmeye karar veren ashâbına, bu düşüncelerinin yanlışlığını anlatmıştır. Bunun misalleri çoktur. Bir kısmı ileride gelecek inşaallah…

Maslahata muvâfık olmadığı ve faydadan çok zarar getireceği zamanlarda ise hatâları düzeltmekten uzak durmak îcâb eder.

2- Hükmünü beyân ederek hatayı düzeltmesi:

Cerhed (r.a)’den rivâyet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz, dizi açık bir vaziyette iken kendisine uğramıştı. Ona şöyle buyurdu:

“Dizini ört, çünkü diz avret mahallindendir.” (Tirmizî, Edeb, 40/2798)

3- Hatâ yapanları İslâm’a yönlendirmesi ve onlara muhâlefet ettikleri esası hatırlatması.

Hatâ ânında çoğu zaman İslâmî esâs zihinlerden çıkıyor ve o gürültü arasında unutuluyor. İşte tam bu esnâda o esâsın îlânı ve İslâmî kâidenin açıkça söylenmesi, hatâlıya verilecek en güzel cevap oluyor, onu içine düştüğü gafletten kurtarıyor.

Buna munafıkların tutuşturduğu fitne ateşi sebebiyle Ensâr ve Muhâcirîn arasında vuku bulan hâdiseyi örnek verebiliriz. Câbir (r.a) şu hâdiseyi nakleder:

Peygamber Efendimiz ile beraber bir gazaya çıkmıştık. Muhacirler Allâh Rasûlü’nün etrafına toplandılar ve epey kalabalık oldular. Muhâcirlerden kahraman, harbe ile çok oynayan, şakacı biri vardı. O, Ensar’dan birinin arkasına vurdu. Ensârî buna çok kızdı. Nihâyetinde birbirlerine karşı yakınlarını yardıma çağırdılar. Ensârî:

“–Ey Ensâr, yetişin!” diye bağırdı. Muhacir de:

“–Ey Muhâcirler, yetişin!” diye bağırdı.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz çıkıp:

“–Bu câhiliye dâvâsına da ne oluyor, sizin aranızda işi ne? (Yakınlarınızı yardıma çağırmayı bırakın da sizi bir araya getiren İslâm için yardımlaşın ve toplanın)” buyurdu.

Sonra da:

“–Onların derdi nedir?” buyurdu.

Muhâcir’in Ensâr’dan olan zâtın arkasına vurduğu haber verildi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

“–Bu câhiliye âdetini bırakın, çünkü o çok kötü ve pis bir harekettir, (öfkeleri kabartır ve bâtıl uğruna birbirinizin boynunu vurdurur).” buyurdu. (Buharî, Menâkıb, 8)

Rasûlullâh (s.a.v) şöyle buyurdu:

“–Din kardeşin zalim de mazlum da olsa ona yardım et.”

Bir adam:

“–Ya Rasûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zâlimse nasıl yardım edeyim, söyler misiniz?” dedi. Peygamberimiz:

“–Onu zulümden alıkoyar, zulmüne mâni olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir” buyurdu. (Buhârî, Mezâlim 4; İkrâh 6)