Bir balıkçı hikâyesi...

05/10/2020 Pazartesi Köşe yazarı A.U

Hâce Nizâmeddîn hazretleri, bir gün şunu anlattı sevdiklerine:

Fakîr bir adam vardı.

Oltayla balık tutuyordu.

Pâdişah bunu gördü ve;

“Oltana ilk takılan şey ne olursa, sana onun ağırlığınca altın vereceğim” dedi.

Adam sevinip, attı oltasını.

Çekti ki, bir kemik var oltada.

Ortası delik bir kemik

Hükümdâr;

“Şansın bu kadarmış” dedi.

Ve o garibi alıp saraya gitti.

Adamlarına;

“Bu balıkçıya, şu kemiğin ağırlığınca altın verin!” diye emretti.

Memurlar, o kemiği aldılar.

Terâzinin bir kefesine koydular.

Öbür kefeye de altın liraları.

Bir, iki, üç, dört, beş.

On, yirmi, otuz, kırk, elli.

Allah Allah, hayret!?

Kefe, altınla doldu taştı.

Ama kemik tarafı, bir milim bile oynamadı yerinden.

Herkes hayret içindeydi.

"Bunda bir sır var" dediler.

Ve bir bilge kişiye gidip;

“Bu işin sırrı nedir?” dediler.

Bilge kişi dedi ki:

“Bu kemik, açgözlü bir insanın göz çukurudur. Siz bunu tartmak için, hazîneyi koysanız yine de tartamazsınız.”

“Nedenmiş o?”

“Çünkü, açgözlüdür, doymaz. Bunu bir avuç toprak doyurur”.

Bir avuç toprak getirdiler.

Ve öbür kefeye koydular.

Kefe, ânında yukarı kalktı.