Aklın idrak edemeyeceği şeyler nelerdir?

12/03/2019 Salı Köşe yazarı R.A

Aklın anlayamadığı çok şey vardır ki, bunları ancak “Peygamber”ler bildirirler. Peygamberler, ilaçların tesirlerini iyi bilen uzman tabipler gibidirler. 

 
Şunun net bir şekilde bilinmesi lâzımdır ki, dînimizde akla uymayan hiçbir şey yoktur, fakat aklın ermediği şeyler çoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri, akılla bilinemez ve bulunamaz; eğer bunlar da aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, o zaman, kimi “Nebî”, kimi “Resûl”, kimisi de “Ülül-azm” olan binlerce Peygamber gönderilmezdi, bunlara lüzum görülmezdi.
Bir vâkıadır ki, aklın anlayamadığı veya yanlış anladığı çok şey vardır ki, bunları ancak “Peygamber”ler bildirirler. Peygamberler, ilaçların tesirlerini iyi bilen uzman tabipler gibidirler. “Peygambere lüzum yoktur” demek, “tabîbe lüzûm yok” demekten daha yanlıştır. Peygamberin bildirdiği teklîfler, Allahü teâlâdan gelen vahiyler olduğu için, hepsi doğrudur ve tamamı faydalıdır.
Nitekim felsefeciler ve her şeyi tecrübeleri, hayâlleri ile izaha kalkışan materyalistler (maddeciler), akılları dışında bulunan konulardaki sözlerinin çoğunda yanılmışlardır.
Felsefecilerin akıllarına dayanarak izah etmeye çalıştıkları her şey; insan, ruh, yaratılış, hayat, ölüm, ölümden sonrası, ahlâk, cemiyet düzeni ve idâresi gibi hususlar, Allahü teâlâ tarafından, bütün Peygamberlerine, en son da Peygamberimiz Muhammed (aleyhisselâm)'a vahiy olarak, “Suhuf=Sahîfeler” ve “Kütüb=Kitaplar” yani sûreler ve âyetler hâlinde bildirilmiş ve o da bunları, bütün insanlara, kıyâmete kadar değişmemek üzere, teblîğ etmiştir.
Bütün bunlar, imânın altı esası içinde vardır ve kaynağı akıl değil, vahiydir. Bunlar, insan aklından çıkmadığı için, fen bilgisinin, tekniğin, zamanın, coğrafyanın ve insanların akıllarının değişmesiyle değişmez. Kıyâmete kadar bâkîdir, devamlıdır.
İslâm dîninde “tefekkür” vardır ve çok kıymetli bir ibâdet olduğu bildirilmiştir. Tefekkür “Düşünmek; fikri, bâtıldan hakka çevirmek” olarak tarif edilmiştir. Tefekkür eden kimseye “mütefekkir” denir. Tefekkürden maksat iki şeydir:
Birincisi: Allahü teâlânın azametini (büyüklüğünü), kudretini düşünerek, insanın bu azamet karşısındaki acz ve zayıflığını anlayarak, O’na yönelmek ve sığınmak; eşyadan, olaylardan, kâinattan ibret alarak, eserden müessire (o eseri yaratana) yol bulmak.
İkincisi ise: Günlük hayatta karşılaşılan güçlük ve sıkıntıları yenmek, eşyayı, ilmi ve tekniği, İslâm dîninin bildirdiklerine uygun, insanların rahat ve huzurunu temîn etmek maksadıyla kullanmak için akıl ve fikir yormak.
Her iki türlü tefekkürün de çok mühim olduğu ve birincisinin, ikincisinden daha kıymetli olduğu bildirilmiş olup, her ikisi de Müslümanlara emredilmiştir.
Bu yolda çalışanların en üstünü ve en büyüğü olan Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), günler ve geceler boyu süren tefekkürden sonra “İdrâkin aczini idrâk etmekten daha büyük idrâk olmaz” demiş; insanın, Allahü teâlâyı anlamakta âcizliğini ve O’na teslîm olmanın şart olduğunu belirtmiştir.