Maddi ve manevi hastalıklar...
08/05/2025 Perşembe Köşe yazarı S.A
İbadetlerimizden lezzet alamıyorsak, biz manen hastayız, demektir.
İbadetlerde o kadar büyük lezzet vardır ki, tarif edilemez!
Hastalıklar iki türlüdür: Birisi bedenimizde meydana gelen "maddi" hastalıklardır.
Diğeri ise "manevi" kalp hastalıklarıdır.
Her iki hastalık da tedaviye muhtaçtır. Tedavi olunmaz ise müzminleşir,
büyük sıkıntılara sebep olur. Mikropları tespit edilip yok edilmedikçe tedavisi
zorlaşır...
Bedenî hastalığımızı çabuk fark ederiz ve hemen vakit geçirmeden tedavi
olmaya çalışırız. Hâlsizlik, iştahsızlık bunun en açık belirtileridir.
Hastalık hâlinde çok sevdiğimiz yemekler, tadına doyamadığımız
meyveler bize acı gelmeye başlar! Yemek bile istemeyiz.
Hane halkının ısrarı üzerine aldığımız bir lokma bile bize acı gelir. O
zaman hasta olduğumuzu anlarız. Yoksa biz o yemekleri ve o meyveleri büyük bir
zevkle yerdik. Ne kadar da hoşumuza giderdi...
Sıhhatimize kavuştuğumuzda da yine aynı lezzeti almaya başlarız...
Aynen bunun gibi; ibadetlerimizden lezzet alamıyorsak, biz manen
hastayız, demektir. İbadetlerde o kadar büyük lezzet vardır ki, tarif
edilemez! Bunu ancak tadanlar bilir. Hiç bal yememiş birine balı nasıl tarif
edersiniz?
Manevi hastalığımızın tedavisi, bedenî hastalığın tedavisinden çok daha önemlidir.
Birisi, üç günlük dünya hayatımızla; diğeri ise ebedî hayatımızla
ilgilidir. Hayâl gibi, rüya gibi bir hayatla, sonsuz, ebedî bir
hayat nasıl mukayese edilebilir!..
Manen hasta olmayıp, ibadetlerinden lezzet alanlardan biri, Ebu Süleyman
Dârâni rahmetullahi aleyhtir. Bu zat buyuruyor ki: "Namazlardaki,
hele gece namazlarındaki lezzet olmasaydı, kendimi dünyadan zevk almış
saymayacaktım."
Kıldığı namazlardan ne kadar büyük lezzet almış ki; diğer lezzetleri
unutmuştur. O da bizim gibi güzel yemekler yemiş, içmiş, güzel yerlerde
dolaşmış, fakat bütün bunlar bir hiç olup gitmiştir. Ve ilave ediyor: Eğer
Rabbim aldığım bu tadı ibadetlerime karşılık saysa ve dese ki: Ey kulum! Sen
bana "ibadet" ettin, ben de sana bu kadar "lezzet" verdim.
Bu durumda ben Rabbime borçlu kalırım...
Bütün namazlarda okunması vacip olan Fatiha suresinde diyoruz ki,
meâlen: "Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden medet
umarız."
Makâmı, mevkii yüksek birisiyle görüşmek oldukça zordur. Randevular,
iltimaslar gerekir. Böyle bir görüşme vâki olunca iftihâr vesilesi yapılır.
"Falanca ile görüştüm!.." diyerek pay çıkarılır.
Fakat o görüşmesiyle şereflendiğimiz kişi de bizim gibi topraktan
yaratılmıştır. Tekrar toprak olmaya mahkûmdur. Rabbimizin huzurunda durup O'na
hitâp etme "şerefi" ve "makâmı" ne
kadar yüksektir! Dünyanın hiçbir "makamı" bu "şerefi" insana
kazandıramaz.
Teşehhütte de Sevgili Peygamberimize hitap etme şerefine nail oluyoruz.
O'na selâm veriyoruz.
Biz, kendiliğimizden bu makâma çıkmıyoruz. Dâvet olunmuşuz. Rabbimizin
huzurunda O'nun daveti ile bulunmak cennetten bile daha üstündür.
